3 Ekim 2014 Cuma

Plus Kitchen

Son birkaç aydır sağlıklı beslenmeye merak sardım, yediklerime daha fazla dikkat etmeye çalışıyorum. Mersin'de olmam bu durumu kolaylaştırıyordu, evde kendi istediğim şeyi hazırlayabiliyordum. İstanbul'da ise, ancak bir arkadaşım ile buluşup dışarıda yemek yiyeceğimiz zaman aklıma hep aynı soru dönüp dolaşıyor "Acaba burada yediğimiz şeyler organik ve sağlıklı mı?" ve tabi bu durumu gittiğiniz her mekanda bekleyemezsiniz. Bu yüzden küçük bir arayışa koyulmuştum, İstanbul'da sağlıklı ve lezzetli besinler ile müşterilerini ağırlayan nereler var diye. Dün bir arkadaşım ile ikimizin de gitmediği Plus Kitchen'da kahvaltı yapmaya karar verdik. Sanırım bu hafta içerisinde verdiğim en güzel kararlardan birisiydi. Trump Towers'ın birinci katında bulunan Cadde'de yer alan Plus Kitchen, kendini sağlıklı ve lezzetli besinler yemek ve içmek isteyen insanlara adamış. Atıştırmalık kuru meyveler, içerisinde tuz bulunmayan ve az yağ içeren lezzetli sandviçler, şeker bulunmayan içecekler... Sanırım abur cubur yemeye alışmış bir insan için bu söylediklerim kulaya biraz tatsız gelebilir ancak benim gibi şekeri hayatından iki yıldır çıkaran (tam anlamıyla çıkarma değil de azaltan kahvede çayda kullanmamak gibi) birisi için gayet lezzetli. Self servis olan mekanda istediğiniz yiyecek ve içecekleri seçiyorsunuz. Smoothie hazırlanması için kasada bulunan çalışandan da yardım isteyebilirsiniz. Zira çalışanlarının da en az mekan kadar sevecen olduğu aşikar. Ayrıca, içecekler için, salatalar için, yoğurtlu meyveler için kullanılan cam kaplar, yemeğiniz bittikten sonra sizde kalıyor. Güzel bir biçimde sarıp, paketleyip tekrar size veriyorlar.

Puanım: 5/5
Adres: Trump Towers Mecidiyeköy Yolu Caddesi 1. Kat Şişli İstanbul
İnternet Sitesi: Plus Kitchen

Bunlar da çektiğim fotoğraflar.

20 Eylül 2014 Cumartesi

Eleştirmek ve Karalamak

Geçenlerde bir yazı okudum. Bir giyim firmasının çıkarmış olduğu reklamı eleştiren bir yazıydı. Aslında eleştirmek kelimesini kullanmak istemiyorum, onun yerine karalamak diyelim. Çünkü yazıyı yazan kişinin yapmayı amaçladığı şeyin bu olduğu seçtiği kelimelerden belli.

Giyim firması Koton. Reklam filmini ise buradan izleyebilirsiniz.

Öncelikle şunu belirtmek istiyorum. Beynimiz, neyi görmek istersek, onun gerçek olduğuna inandırır bizi ve ülkemizin en büyük sorunlarından birisi her insanın, madalyonun tek tarafına bakması. Bu yüzden kesin yaklaşımların kullanıldığı yazılar bana göre baştan kaybediyor.

Reklam filmi: "O, doğduğunda ağlamadı. Doktora çak yaptı." diyerek başlıyor. Yorumlayan arkadaşımız, konuyu annesine değil de doktora çak yaptı, çünkü işi kimin bitirdiğini biliyordu, uyanık çocuk, cool ya demiş. Ancak şu noktadan bakalım duruma. Normal doğum yapan bir kadının vajinasından (bu kelimenin altına kırmızı çizgi çekti google chrome. Çünkü benim ülkemde vajina demek ayıp) dışarı çıkan bebeği doktor tutuyor ve aşina olduğumuz o popoya şaplağı atacağı sırada bebeğimiz doktora çak yapıyor. Bu durumda annesine çak yapmasını ya da orada bulunan herhangi bir hemşireye çak yapmasını zaten bekleyemeyiz. Çünkü iki ayağından tutulmuş ve baş aşağı bir şekilde sallanıyor biçimde durduruluyor doktor tarafından. Yani burada, çocuğun işi kimin bitirdiğini bilmesi ya da annesine çak yapmaması değil durum. Gayet, şartların gerektirdiği duruma ayak uydurma. Tek fark, normal bir bebek değil. O farklı.

"Yürümeye karar verdiğinde ilk adımını herkes gibi atmak istemedi; ayakkabılarını giydi." Ben bu cümleyi kimseye ihtiyacı olmadığını gösteren bir ifade olarak algılarım. Herkes gibi atmadı adımını, annesinin tutup babasına doğru göndermesi ile değil. Ayakkabılarını giydi (kendisi) ve hayatta bir şeyleri kendisinin yapabileceğine inanarak attı adımını. Çocuk olsa bile inancı vardı bir şeyleri başarabileceğine çünkü ve bunu kanıtladı. Tabi reklamımız giyim firması reklamı olduğu için ayakkabı almak için o mağazaya gitti ailesi ve aldı o ayakkabıyı anlamını çıkarmış yorumlayan. Ancak dediğim gibi, bana göre durum farklı.

"Gezmelerde teyzelerin elini öpüyor, ama centilmence öpüyor." Bizim ufaklık aslında çocuk olmak istemiyor demiş yorumlayan. Benim bu kısımdan anladığım ise geçmişten bu yana gelen kalıplaşmış sözleri ve hareketleri sorgulamak. Körü körüne yapmayıp yeni açılar kazandırmak. Hepimiz zamanında şu sözleri duymuşuzdur: "Ateşle oynama, altını ıslatırsın!" "Kardeşinin üzerinden geçme, cüce kalır" "Kahve içme kararırsın!" "Giysi üzerindeyken söküğünü dikme, nasiplerin bağlanır!" "Yemeğini bitir, yoksa rüyanda peşinden koşar." Bunlar istemsizce yerleşiyor zihnimize ve gerçekler dışında olan hurafelere inançlar çıkıyor ortaya. Ateşle oynamanın zarar vereceğinden, küçüklerin üzerinden atlamanın onlar için zararlı olacağından çünkü üstüne düşebilme ihtimalinin olduğundan, giysiyi üzerinde dikerken yanlışlıkla iğneyi kendine batırabileceğinden söz etmek yerine bu tarz ifadelerle dolu geçti çoğumuzun çocukluğu. Reklam filmindeki çocuk ise bunların farkında. Aslında tüm çocukların olması gerektiği gibi...

"ve okula başladı" kendi yaşıtı bir kıza "yazmak"la suçlanıyor. Burada sadece şunu sormak istiyorum, hangimiz ilkokula yeni başladığımızda bu saf, hoşlanmanın hayatımıza yeni yeni girdiği dönemlerden geçmedik ki? Hangimizin başına gelmedi ki bunlar. Şimdi arkadaşlarımla otururken ve o zamanlar bahsederken, kağıtlara yazılan güzel sözler, çizilen resimlerden konuşuyoruz. Bir kız kardeşim var, şu an dördüncü sınıfa başladı. O ikinci sınıfa giderken sınıf arkadaşlarından birisi bir kız bir erkek el ele tutuşurken çizmiş resmi ve kız kardeşimin masasına bırakmış. Bunun üstüne gidip, o yedi yaşındaki çocuğa "sen ne kadar terbiyesizsin, kız kardeşime mi yazdın sen" demeli? Küçük bir çocuk o daha. Senin o kirli zihnine, kirli düşüncelerine sahip değil. Hayatı yeni öğrenen, o duyguyu belki hayatında ilk kez yaşayan bir çocuk. Ancak bizim ülkemizde bunlar ayıp değil mi? Çocuk ergenlik çağına geldiği zaman ailesi ona cinsel eğitim vermez, neyin ne olduğunu anlatmaz. AYIP! Sonra çocuk bu şekilde büyür ve bunun aslında konuşulmaması gereken bir konu olduğunu sanır.

"Evet, o da koroya katıldı ama daha çok solo takıldı." Yorumlayan arkadaşın yazdığı kelimeleri harfi harfine alıyorum: "Korodakilerden farklı hareketler yapıyor, uyumu bozuyor, ekibi küçük düşürüp kendi öne çıkıyor." Ben bu düşünceye sahip olmaktan korkuyorum. Uyumu bozmak, ekibi küçük düşürmek? Neyden bahsediyorsun sen? Robot yetiştirmiyoruz biz burada, kendini anlayan, kendini anlatmasını bilen bireyler yetiştirmeye çalışıyoruz. Kurulmuş bir düzene uyup onu devam ettirmek değil, o düzende bulunan eksiklikleri anlamak ve ona gerektiği yerde karşı gelmekten bahsediyorum. Sesini yükseltebilmekten bahsediyorum. Ancak yorumlayan kendini seçtiği konuya o kadar kaptırmış ki, burada verilen mesajı bile o yöne çekerek anlatmak istiyor ama söylediği şu cümlenin ne kadar üzücü ve can yakıcı olduğunu fark etmiyor. Hiç kimse aynı değil bu dünyada ve hiçbir zaman da olamaz. Her çocuk özeldir ve her çocuğun kendine ait özellikleri vardır. Onları gruplaştırmak ve yontmak, bir kelebeğin kanatlarını kesmekten farksızdır. Böyle yaparak özgün, orijinal düşüncelere sahip çocukları da eritip yok ediyorlar.

Yazımı bitirmeden bir noktaya daha değinmek istiyorum. Çocukların moda sektöründe kullanılması benim de canımı sıkıyor bazı durumlarda. Yapmacık pozlar ve yedirilmeye çalışan fikirlerin bazıları beni de rahatsız ediyor. ANCAK onları karalayacağım diyerek, yanlış ifadeler kullanmayalım. Yani, karşı gelmek istediğimiz temayı tek amacımız görmeyelim. Madalyonun her iki tarafına da bakalım. Tekrar söylüyorum, biz robot değil, özgün bireyler yetiştirmek istiyoruz!


Teşekkürler.

5 Ağustos 2014 Salı

Taare Zameen Par (Her Çocuk Özeldir)


Orjinal Adı: “Taare Zameen Par"
Yapımcı Ülke (Country): Hindistan
Yapım Yılı ve Gösterim Tarihi: 21 Aralık 2007
Türü: Dram, Komedi
Yönetmen: Aamir Khan
Senarist: Amole Gupte
Başrollerde: Darsheel Safary, Aamir Khan, Tanay Chheda
Süresi: 165 dakika
IMDB Puanı: 8.5
Benim Puanım: 10


"Whatever we see, we believe it's there ... and whatever we don't see, we believe it's not there ... but sometimes whatever we see, it's not there ... and whatever we can't see, it's there"
"Bazen gördüğümüz şey, orada olduğuna inandığımız şey... ve bazen görmediğimiz şey, orada olmadığına inandığımız şey... ama bazen gördüğümüz şey, orada olmayan şey... ve bazen görmediğimiz, orada olan"
Hindistan yapımı filmler ne kadar uzun olursa olsun, sıkılmadan izleyebiliyorsunuz. Her bölümünde, kalbinizin en derinliklerine dokunan cümleler, olaylar, kişiler öylesine güzel işleniyor ki, o sürenin nasıl geçtiği konusunda bir fikriniz bile olmuyor. Tabi bir de bu filmlerde Aamir Khan oynuyorsa ve yönetiyorsa, yeme de yanında yat. Bir arkadaşım evinden kalırken, onun bilgisayarında rastladım bu filme. Evde yalnızdım, film İngilizce değildi ve altyazı yoktu. Birkaç dakika altyazısız izledim neler oluyor diye ve o birkaç dakika bana altyazı indirip filmin tamamını izlememe neden oldu. Hikayeler o kadar güzel işleniyor ki bu Hint filmlerinde, My Name is Khan da vardı ve izlerken, bitmesin, ben bunu daha izlemeye devam ederim dedirtiyordu insana. Ya da yine Aamir Khan'ın başrolde oynadığı ve çoğumuzun aşina olduğu "3 Idiot". Bu film de tıpkı onun gibi. Araya sıkıştırılan müzikaller, süslenmiş cupcake'ler üzerine yapılan son rötuşlar gibi.

Eğitim sistemini, bu sistemin çocuklar üzerinde etkisinin nasıl olduğunu çok güzel işleyen bir film. Çocuğum doktor olsun, mühendis olsun kafası ile, onları bir yarış atı misali çalıştıran ve kendi alanları olmadığı noktalarda başarısız oldukları için onları suçlayan ailelere bir ders niteliği taşıyor film. Yazmanın, çizmenin, fotoğraf çekmenin, bir şeyler tasarlamanın değersiz görüldüğü, "ileride bu çocuk ne yapacak, matematik öğrensin, ekmek parası kazansın, garanti meslekler bunlar" ifadeleri ağızlarında dökülmeyen velilerin, çocukları dersler konusunda zorlamasını anlatan bir film. Oysa filmde de dediği gibi, her çocuk farklıdır. Her çocuğun öğrenme süresi farklıdır, öğrenme şekli farklıdır. Bunlara sabır gösteren öğretmenler ve veliler yetiştirilmeli, çocuklara kısa sürede bir şeyler öğretmeye çalışmak dışında.

Filmde, Ishaan adında, okuma ve yazma konusunda güçlük çeken, çünkü ne zaman harflere ve sayılara baksa onların dans ettiğini, hareket ettiklerini gören üçüncü sınıfta okuyan bir çocuk var. Üçüncü sınıfta olmasına rağmen sınıfta kalıp, tüm derslerden düşük not alan bir çocuk. Buna rağmen resim çizmeye bayılan ve hayal gücü fazlasıyla gelişmiş bir çocuk. Ailesi, bu başarısızlığını, çocuğun suçu kabullenip onu yatılı bir okula gönderir. Ailesinden ayrılmak istemeyen Ishaan ilk günlerinde çok zorlanır bu okulda. Dokuz yaşında, küçük bir çocuk, okuma yazma bilmeyen, günlük rutinleri bile yerine getirmekte zorlanan bir çocuk. Bir süre sonra bu okulda da tutunamaz. Kendini resimden bile soyutlar ve artık depresyonda bir hayat yaşamaya başlar. Ta ki, yeni resim öğretmenleri okula gelene kadar. Bu öğretmen Ishaan'daki durumu anlar ve bunu ailesine anlatır. Bunu anlattığı kısım o kadar güzel ki! Ishaan'ın babasına üzerinde Çince yazıların bulunduğu bir oyun kabı verir ve okumasını ister, okuyamadığında ise ona kızar ama adam "Bunu anlayamam, bilmiyorum ben Çince" der. Bunun üzerine resim hocası, "Ishaan da böyle hissediyor işte, harfleri, kelimeleri bilmiyor. Bu yüzden okuyamıyor" Çok güzeldi bu sahne! :( Ardından Ishaan'ı kendisi eğitmeye başlıyor.

Ben böyle devam edersem filmi anlatacağım! Susuyorum, hoş filmde spoiler verecek bir nokta olduğunu düşünmüyorum ama yine de belki istemeyenleriniz olabilir. Kısacası, en kısa zamanda izlemeniz gereken bir film kendisi. Gerçekten duygu karmaşası içerisinde izledim. Bir yandan mutlu olurken diğer yandan üzülüyorsun filmi izlerken. O zaman keyifli izlemeler size.



FRAGMAN



3 Ağustos 2014 Pazar

The Perks of Being a Wallflower


Orjinal Adı: “The Perks of Being a Wallflower"
Yapımcı Ülke (Country): USA
Yapım Yılı ve Gösterim Tarihi: 12 Ekim 2012
Türü: Romantik , Dram, Gençlik
Yönetmen: Stephen Chbosky
Senarist: Stephen Chbosky
Başrollerde: Emma Watson, Logan Lerman, Ezra Miller
Süresi: 102 dakika
IMDB Puanı: 8.1
Benim Puanım: 10

“We accept the love we think we deserve.”
Sanırım ilk on puan verdiğim film bu. Hemen, "aman canım hiç mi eksiği yok bu filmin de on verdin" demeyin. Elim ondan aşağısına gitmedi. Lise zamanlarında okumuştum bu filmin kitabını. Henüz on altı yaşında olan ben kitaptaki karakter ile o kadar kendimi birleştirmiştim ki son sayfalarını haftalarca okumadım bitmesin diye. Hiç böyle bir şey yaptınız mı bilmem ama bitecek olması hissi üzüyordu. Hatta Charlie'nin yazdığı mektuplara ben cevap verdim. Birçok kitaba yaptım ben bunu, bitmesin diye bir köşeye koyup okumadım. Tıpkı Friends dizisinde Joey'nin okuduğu the shining kitabından korkması üzerine onu buzdolabına koyup dondurması gibi. Ardından kitabın film haline getirileceğini duyduğumda büyük bir sevinç, ardından kim oynayacak acaba diye bir merak başladı. Çünkü bu kadar çok sevdiğim bir kitabın, iyi oyunculuğu olmayan insanlarca oynanmasını kaldıramazdım. Oyuncu kadrosu açıklandığında fazlasıyla sevindim. Logan, Charlie için mükemmel bir oyuncu olacaktı ve Emma, ah o Emma, Ezra! Sanırım bu kadro gibi bir kadro bu film için oluşturulamazdı. Daha önceki Stuck in Love film değerlendirmemde, Logan'ın oyunculuğu hakkında birkaç bir şey yazmıştım okumak isterseniz oraya bakabilirsiniz.

The Samples - Could it Be Another Change ile açılış yaptı film. Mükemmel bir soundtrack! Ardından gelen daktilo sesleri ve Charlie (Logan)'nin yazdığı mektup. “I am writing to you because she said you listen and understand and didn't try to sleep with that person at that party even though you could have.” Just Perfect! Bazı filmler sizin hayatınızda, diğer insanların hayatlarında bıraktığı izden farklı izler bırakır. Tıpkı birisine aşık olmak gibi. Senin arkadaşın için o kişi diğer insanlardan farksızken, senin için o her şeydir. The Perks of Being a Wallflower da sanırım benim için o olacak filmlerden birisi. Kimisi buna fazla çocuksu bakabilir ama herkes shawshank redemption sevecek değil değil mi?

Kitaptan uyarlaması güzel olan bir filmdi ancak tabi kitabı okumanızı tavsiye ederim çünkü bazı kitapta olan sahneler, filme koyulmamıştı. (Hepsini nasıl koymalarını bekliyorsun Mehmet?) Buraya kadar filmi nasıl sevdiğimden bahsettim, sanırım artık bunu kesip filmin konusundan biraz bahsetmemi isteyeceksiniz. Film, liseye giden Charlie adında bir karakterin başından geçen bir yılı anlatıyor. En yakın arkadaşının intihar etmesi sonucu tamamen içine kapanan Charlie, sınıfı geçemediği için tekrar aynı dersi alan, üst sınıf öğrencisi olan Patrick ile tanışır. Ardından Partick'in üvey kardeşi Sam ile... Ve ona aşık olur, ancak Sam için durumlar pek de aynı değildir. Film her ne kadar lise zamanlarında geçse de size mutlaka bir noktada dokunuyor. Hepimiz o dönemlerden geçtik çünkü, ilk aşk, ilk öpüşme, ilkler. Lise benim için ise ayrıydı. Şu an çevremde olan neredeyse bütün insanlar bir daha liseye dönmek istemediklerini söylüyor. Oysa bana tekrar şans verilse geçmişe dönmeye dair, seçeceğim ilk ve tek yıllar lise yılları olurdu. O zamandaki arkadaşlıklar, ilişkiler, her şey daha samimi ve daha gerçekçi. Ancak üniversite öyle değil. Filmde de dediği gibi.
“Things change. And friends leave. Life doesn't stop for anybody.”
Beni en çok üzen noktada bu, hayatı geçmişten ibaret düşünmem. Ama Charlie'nin dediği gibi, hayat hiç kimse için durmaz. Bizim de durmamamız lazım. Bu arada filmin soundtrack'inin mükemmelliğinden bahsetmiş miydim!? The Smiths var, sanırım daha fazla söze gerek yok. Filmde çalan şarkıları dinlediğinizde Charlie'nin de dediği gibi “And in that moment, I swear we were infinite.” çünkü notalar sizi sonsuz hissetmeye davet edercesine sıralanmış.

Eğer ileride çocuklarım olursa ve bir şeyler için üzülürler ise, onlara üzülmemeleri gerektiğini, çünkü Afrika'da onlardan daha zor durumda olan kişilerin olduğunu söylemeyeceğim. Çünkü bu, onların üzülüyor oluşunu değiştirmeyecek. Aksine onları daha fazla üzecek belki. Bu onların sahip olduğu acıyı değiştirmeyecek.

Bu film hakkında uzun uzun konuşabilirim ama sadece şunu bilin, gidin izleyin, pişman olmayacaksınız.

Gitmeden kitapta geçen şu güzel şiiri bırakacağım buraya. Not defterime de yazmıştım bunu.

“Once on a yellow piece of paper with green lines
he wrote a poem
And he called it
"Chops" because that was the name of his dog
And that's what it was all about
And his teacher gave him an A and a gold star
And his mother hung it on the kitchen door and read it to his aunts
That was the year Father Tracy took all the kids to the zoo
And he let them sing on the bus
And his little sister was born with tiny toenails and no hair
And his mother and father kissed a lot
And the girl around the corner sent him a Valentine signed with a row of X's and he had to ask his father what the X's meant
And his father always tucked him in bed at night
And was always there to do it
Once on a piece of white paper with blue lines he wrote a poem
And he called it "Autumn" because that was the name of the season
And that's what it was all about
And his teacher gave him an A and asked him to write more clearly
And his mother never hung it on the kitchen door because of its new paint
And the kids told him that Father Tracy smoked cigars
And left butts on the pews
And sometimes they would burn holes
That was the year his sister got glasses with thick lenses and black frames
And the girl around the corner laughed when he asked her to go see Santa Claus
And the kids told him why his mother and father kissed a lot
And his father never tucked him in bed at night
And his father got mad when he cried for him to do it.
Once on a paper torn from his notebook he wrote a poem
And he called it "Innocence:
A Question" because that was the question about his girl
And that's what it was all about
And his professor gave him an A and a strange steady look
And his mother never hung it on the kitchen door because he never showed her
That was the year that Father Tracy died
And he forgot how the end of the Apostle's Creed went
And he caught his sister making out on the back porch
And his mother and father never kissed or even talked
And the girl around the corner wore too much makeup
That made him cough when he kissed her but he kissed her anyway because that was the thing to do
And at three a.m. he tucked himself into bed his father snoring soundly
That's why on the back of a brown paper bag he tried another poem
And he called it "Absolutely Nothing"
Because that's what it was really all about
And he gave himself an A and a slash on each damned wrist
And he hung it on the bathroom door because this time he didn't think he could reach the kitchen.”

Sevdiğim Cümleler:

  • “We accept the love we think we deserve.”
  • “And in that moment, I swear we were infinite.”
  • “I would die for you. But I won't live for you.”
  • “Enjoy it. Because it's happening.”
  • “This moment will just be another story someday.” 


Fragman: 



30 Temmuz 2014 Çarşamba

Need For Speed


Orjinal Adı: “Need For Speed"
Yapımcı Ülke (Country): USA
Yapım Yılı ve Gösterim Tarihi: 14 Mart 2014
Türü: Aksiyon, Suç, Dram
Yönetmen: Scott Waugh
Senarist: George Gatins
Başrollerde: Aaron Paul, Dominic Cooper, Imogen Poots
Süresi: 132 dakika
IMDB Puanı: 6.8
Benim Puanım: 9.0


Bu film değerlendirmesi, diğerlerinden daha farklı olacak. Öncelikle sevdiğim cümleler kısmı olamayacak. Daha spesifik bir kitleye kendini gösteren bir film çünkü Need For Speed. Küçükken oynadığım ve oynamaktan haz aldığım tek oyundu kendisi. Arabalara pek fazla tutkum olmasa da, yarışlara olan tutkum oyunun başında tutuyordu beni saatlerce. Bu filmin çıkacağını duyduğum zaman ilk işim oyuncularının kim olduğuna bakmak oldu. Fast and  Furious'dan alışık olduğumuz ve bizde araba yarışı denildiğinde akla gelen isimlerden olan Paul Walker (RIP) olmayacaktı başrolde. Onun yerine Aaron grdüğümde hayal kırıklığına uğramadım çünkü sevilesi bir aktör kendisi ve filmi izlerken de yanlış bir seçim yapılmadığını anlamış oldum. Filmin ana hatlarının hangi bölümden olduğuna bakmamıştım ancak izlerken 2012 yılında çıkan The Run'ın storyline'ına sahip olduğunu gördüm. Hatta filmi izlerken "Bu sahneyi ben oynadım!" "Tanrım ne kadar gerçekçi olmuş." "Ben bu kısmı geçememiştim" kelime gruplarını kullanarak geçti. Tabi oyunda tüm ülkeyi baştan sona dolaşma vardı ve bunu filme kısa kısa koymaya çalışmışlar. Yine de gayet eğlenceliydi izlemek.

Sanırım daha fazla yazmayacağım, çünkü diğer değerlendirmesini yaptığım filmler gibi değil bu. Arabaları ve araba yarışlarını seviyorsanız oturup izleyeceğiniz keyifli bir film. Ah o arabalar!

18 Haziran 2014 Çarşamba

Night Train To Lisbon


Orjinal Adı: “Night Train to Lisbon"
Yapımcı Ülke (Country): Germany Switzerland Portugal
Yapım Yılı ve Gösterim Tarihi: 2013 – 13 February 2013
Türü: Romantik , Dram, Gizem
Yönetmen: Bille August
Senarist: Greg Latter, Ulrich Herrmann
Başrollerde: Jeremy Irons, Mélanie Laurent, Jack Huston
Süresi: 111 dakika
IMDB Puanı: 6.8
Benim Puanım: 9.0


Sanırım yazıya başlamadan önce film önerisi için Jessie'ye kocaman sevgiler gönderiyorum. 

Bazı filmler şiir gibidir, anlayabilmek için kendini ona bırakman gerekir. Onun sana sahip olmasına izin vermen, kendini onunla yoğurman ve en önemlisi kendini diğer her şeyden özgür kılman gerekir. Genelde film değerlendirmesi yaparken, filmi izledikten sonra bir süre beklerim. İzlediklerimi sindirmek, anlamak için. Ama bu yazıyı film biter bitmez yazmaya başladım. Neden bilmiyorum ama sanki düşündüklerimi vakit kaybetmeden yazıya dökmem gerekiyor gibi hissettim. Ertelemeden.
“We leave something of ourselves behind when we leave a place, we stay there, even though we go away. And there are things in us that we can find again only by going back there.”
Ne kadar şiirsel bir ifade, değil mi? Ve tüm film böyle ifadelerle dolu. Kitabı okumadım, okumak için can atıyorum. Tekrar döndüğümde İstanbul'a, ilk işim kitabı almak olacak.

Film ilk dakikalarında sizi kendine çekiyor. Satranç, köprü, köprüden uçan siyah şemsiye... O kadar güzel simgelenmiş ki her şey. Bazı anlar, film içerisinde açık bulduğunuzu düşünüyorsunuz, senaryonun boşlukları olduğunu ama birkaç sahne sonra size yanıldığınızı kanıtlıyor ve utandırıyor. Ve bu gerçekten güzel bir şey. Filmin başındaki kadını sonuna kadar merak ediyorsunuz kimdi diye. Yürüttüğüm tahmin sonunda o kadının kim olduğunu bulmuştum ama bulamazsanız da sonlara doğru kendisi anlatıyor zaten her şeyi.
"He was the godless pries"
Her olayın, her durumun iki farklı yüzü olduğunu çok güzel idrak eden bir karakter Amadeu ve diğer karakterler bu durumu anlayamadıkları için ona karşı bazı durumlarda cephe alıyorlardı. O mezuniyet zamanında yaptığı konuşmayı defalarca dinleyebilirim sanırım ve defalarca oradaki insanlara lanet edebilirim birkaç dakikalarını ayırıp dinlemedikleri için. "He was too soft for the resistance" Bu nokta anlatıyor zaten her şey. Yazan insanlar, okuyan insanlar bilirler neyin doğru neyin yanlış olduğunu, (gerçekten okuyanlar, taraf tutan yazıları okuyanlar değil) hiç kimsenin masum olmadığını ya da hiç kimsenin tamamen suçlu olmadığını.

Filmi izlerken, tamamen bağımsız sahneler giriyor araya. Adama bisiklet çarpıp gözlüğünün kırılması gibi. Ancak hiçbir olay tesadüf değildir bana göre. Oysa filmde "Hayatın gerçek yönetmeni tesadüftür -
The real director of life is accident" diyor karakter. Bana göre kırılan gözlük ve yeni taktığına alışma evresi değiştirdiği mekanı ve hayatı simgeliyor. Eski gözlüğü, sıkıcı, güzel göstermeyen ve onu bir önceki yerdeki hayatını simgelen bir nesneydi. Yeni gözlük ise kendi tabiri ile "daha hafif, daha güzel gösteren" bir nesne. Kendini özgür hissettiren. Hayatta yeni şeylere ayak uydurmak zordur.

Film hakkında gerçekten çok şey yazmak istiyorum ancak yazarken derin konulara girip ana konudan sapmak istemiyorum ya da film hakkında spoiler vermek. Bu yüzden sevdiğim cümleleri yazıp burada son vereceğim ama açın ve izleyin. Beğeneceğinize eminim.

Sevdiğim Cümleler: (Aslında her cümleyi buraya yazmak isterim, çünkü bütün konuşmalar şiirsel. Hatta Amadeu'nun o mezuniyet konuşması... Ah)
  • No one dislike to be another person without being the orher person.
  • Sometimes, it's easier to speak to a stranger.
  • He was the godless pries
  • He didn't believe people should be in pain
  • We leave something of ourselves behind when we leave a place, we stay there, even though we go away. And there are things in us that we can find again only by going back there.



16 Haziran 2014 Pazartesi

Stuck in Love


Orjinal Adı: “Stuck in Love"
Yapımcı Ülke (Country): ABD
Yapım Yılı ve Gösterim Tarihi: 2012 – 9 Eylül 2012
Türü: Komedi , Romantik , Dram
Yönetmen: Josh Boone
Senarist: Josh Boone
Başrollerde: Lily Collins, Logan Lerman, Nat Wolff, Greg Kinnear
Süresi: 96 dakika
IMDB Puanı: 7.3
Benim Puanım: 9.5


Bazı filmler hayatınızda değişiklikler yapmanıza neden olur. Siz fark etseniz de fark etmeseniz de. Stuck in Love, yılının en iyi filmi olmayabilir, ama onu diğerlerinden ayrı kılan bir nokta daima olacak. Filmin açılış sahnesi ve kapanış sahnesi, bir kitabın giriş ve bitiş cümleleri gibi. Sizi istemsizce kendine çekiyor ve ne ara son bulduğunu anlamıyorsunuz bile. Karakterler tam anlamıyla oturmamış olsa da, gelişimleri ve değişimleri, dönüm noktaları o kadar güzel vurgulanmış ki filmde. O anları kaçırmak, o anlarda duygu karmaşası yaşamamak imkansız. Filmin en sevdiğim yanı ise, farklı farklı karakterler üzerinden apayrı hikayeler anlatılması. Yani, genelde bir filmi izlerken, ana konuyu bir noktada çizebilirsiniz ama bu filmde her karakter o kadar güzel işlenmiş ve her biri ayrı bir olayı anlatıyor hayatımızda bulunan. Bu yüzden her sahnesinde kendimizi bulabiliyoruz. Rusty, ilk aşkı tadıyor, çaresiz karmaşık bir son getiriyor hayatına bu, Samantha, kız kardeşi, aşık olma korkusu ile yüzleşiyor Lou ile karşılaşınca, aşka umutsuz bakış açısı değişiyor istemsizce ve kendini korunmasız hissediyor. Kanadının kırılmasından korkuyor. Ve babaları, biten evliliği arkasında bir şeyleri geride bırakmaktan çekiniyor. Filmi izlerken bir noktadan sonra onları gerçekten bir aile gibi görmeye başlıyorsunuz. 

Burada küçük bir parantez açıp Lou (Logan Lerman)dan bahsetmek istiyorum. Bana mı öyle geliyor, yoksa bu çocuğun oynadığı bütün karakterler gerçekten sevilesi karakterler mi? The Perks of Being a Wallflower filminde bayılmıştım karaktere (Charlie) ve Logan'dan başkasına kesinlikle uymayacağını düşünüyorum. Meet Bill, Percy... Ayrı bir sempatim var bu çocuğa. Özellikle bu Stuck in Love filminde, karakter ile kendimi o kadar bağdaştırdım ki, en sevdiğimiz şarkıdan, en sevdiğimiz kitaba filmi izlerken "Ben de, ben de!" diye heyecanlanıyordum. 

En sevdiğimiz şarkı ve en sevdiğimiz kitaptan söz açılmışken. Filmin genel konusunun yazarların hayatları. Boşanmış, başarılı bir yazar, iki çocuğunu küçüklüklerinden bu yana bir yazar olmaya yönelik yetiştiriyor. Kızı ilk kitabını bastırıyor ve oğlunu ise, hayranı olduğu Stephen King arayarak, kız kardeşinin hikayesini gönderdiğini ve bayıldığını söylüyor. Filmde kadın karakterler ile erkek karakterler diğer filmlere göre ters işlenmiş gibi. Kadın karakterler aşkı pek fazla önemsemezken, erkek karakterler, hayatlarında aşka büyük önem veren karakterler olarak betimlenmiş. Filmin soundtrack'i mükemmel. Özellikle Elliott Smith - Between the Bars gördüğüm an, film benim için bir tık daha yukarı çıktı. Şunu söylemek istiyorum, bir filmde, karakter betimlemesi, hikaye akışı kadar seçilen müzikler de önemli. Yaptığınız bir yemekteki baharat gibi. Onu katmadığınız da ya da farklı dozlarda kattığınızda tadını büyük ölçüde etkiliyor.

Sevdiğim cümleler:
O kadar çok cümle var ki buraya yazılacak. Sadece birkaçını yazıyorum.

Rusty Borgens: I remember that it hurt. Looking at her hurt.

Samantha Borgens: There are two kinds of people in this world: hopeless romantics and realists.
Rusty Borgens: Right.
Samantha Borgens: A realist just sees that face and packs it in with every other pretty girl they've ever seen before. The hopeless romantic becomes convinced that God put them on Earth to be with that one person. But there is no God and life is only as meaningful as you fool yourself into thinking it is. Guys who get laid a lot are realists. You should be listening.

Bill: Rusty, a writer is the sum of their experiences. Go get some

The most important things are the hardest to say.




Fragman:




31 Mayıs 2014 Cumartesi

Moonrise Kingdom


Orjinal Adı: “Moonrise Kingdom"
Yapımcı Ülke (Country): ABD
Yapım Yılı ve Gösterim Tarihi: 2012 - 25 Mayıs 2012
Türü: Komedi , Romantik , Dram
Yönetmen: Wes Anderson
Senarist: Wes Anderson, Roman Coppola
Başrollerde: Bruce Willis, Edward Norton, Bill Murray, Frances McDormand Tilda Swinton, Jason Schwartzman, Bob Balaban
Süresi: 94 dakika
IMDB Puanı: 7.8
Benim Puanım: 9.5

"That sounds like poetry. Poems don't always have to rhyme, you know. They're just supposed to be creative."
Üzgün olduğum zamanlarda hayata Wes Anderson filmlerindeki gibi bakmak istiyorum. Onlara bakar gibi, çünkü izlediğinizde sanki önünüzde çeşit çeşit cupcakelerin olduğu bir dükkana girmiş gibi hissediyorsunuz, ya da renkleri birbirinden güzel dondurma çeşitlerinin olduğu. Başka bir evrenin kapılarını aralıyor ve pastel renklerin muhteşem uyumu içinde, bir hikayeye tanık oluyorsunuz, dokusuyla, bütünlüğüyle.

Güneş sarısı, krem rengi, cam yeşili, toz pembesi, bebek mavisi adeta gel ve beni ye diye çağıran kareler! Wes Anderson filmlerinde zamanından önce büyüyen karakterler, olgunlaşan karakterler karşılıyor bizi, olgunlaşsalar bir bir yanları hep çocuk kalan karakterler. Ve sanırım benim en çok sevdiğim yanı da bu. Onun filmlerini izlediğiniz zaman, anında o filmin ona ait olduğunu anlıyorsunuz. Farklı bir dili var. Akıcı kareler ve akılda kalıcı kareler. Ve olmazsa olmazı Bill Murray filmlerinde bizi karşılıyor Wes'in.

Moonrise Kingdom, başka birinin yapımı olsa illegal bir sonuç ortaya çıkardı eminim, oysa Wes Anderson, büyülü bir çocuk aşkına dönüştürüyor filmi. 1965 yılında, New Penzance isimli bir adada, 12 yaşındaki Sam Shakusky karşılıyor bizi. Bir izci kampına katılıyor ve ardından kamptan kaçıyor. Suzy Bishop, yine 12 yaşında, aynı adada ailesi ile birlikte yaşayan bir kız. Sam'in birlikte kaçtığı ve aşık olduğu kız. Absürt komedinin yer yer takip ettiği filmin her karesi ayrı bir altın parça. Sanki birisinin yeri değişse ya da kalksa tüm film bozulacakmışçasına değerli. Sanırım diğer film önerilerim gibi bunu yazmayacağım çünkü spoiler vereceğimden korkuyorum. Ancak konuyu az çok anlamışsınızdır yukarıda, 12 yaşında iki çocuk birlikte kaçıp, birbirine aşık oluyor, cinselliği ve evliliği öğreniyor ve tüm ada onların peşine düşüyor.

Aşkın yaşı olmaz.

Suzy: We're in love. We just want to be together. What's wrong with that?

Laura Bishop: We women are more emotional...
Suzy: I hate you.
Laura Bishop: Don't say "hate".
Suzy: Why not? I mean it.
Laura Bishop: You think you mean it, in this moment. You're trying to hurt me.
Suzy: Exactly.

Sam: Watch out for turtles. They'll bite you if you put your fingers in their mouths.






30 Mayıs 2014 Cuma

Pixar Teorisi

Öncelikle bu yazıya başlamadan önce bu teorinin bana ait olmadığını belirtmek istiyorum. Bir Pixar aşığı olarak internette dolaşırken denk geldiğim teoriyi sizlerle de paylaşmak istedim. Bu teori Jon Negroni tarafından ortaya atılmıştır.

Tam bir Pixar filmleri bağımlısıyım. Bu zamana kadar hepsini defalarca izledim ve sanırım izlemeye de devam edeceğim. Dün internette dolaşırken Jon Negroni tarafından ortaya atılan Pixar teorisini buldum. Her Pixar filminin birbiri ile bağlantılı olduğunu az çok hepimiz biliyoruzdur. Aslında daha önceden, her Pixar filminin içinde, birkaç yıl sonra çıkacak başka bir Pixar filminin kahramanını göründüğünü biliyordum ama bu teori tamamen aklımı başımdan aldı!

Teorinin ana düşüncesi, bütün Pixar filmleri aynı evren içinde geçmekte ve bu teori Oyuncak Hikayesi (Toy Story)den bu yana yapılan bütün Pixar filmlerini kapsamakta ki onlar;

  • A Bug’s Life (Bir Böceğin Yaşamı)
  • Toy Story 2 (Oyuncak Hikayesi 2)
  • Monsters Inc. (Sevimli Canavarlar)
  • Finding Nemo (Kayıp Balık Nemo)
  • The Incredibles (İnanılmaz Aile)
  • Cars (Arabalar)
  • Ratatouille
  • Wall-E
  • Up (Yukarı Bak)
  • Toy Story 3 (Oyuncak Hikayesi 3)
  • Cars 2 (Arabalar 2)
  • Brave (Cesur)
  • Monsters University (Canavarlar Üniversitesi)
Küçük bir uyarı: eğer sinema dünyasında dönen ilginç şeylere karşı bir ilginiz yoksa ya da Pixar filmlerini sevmiyorsanız yazının geri kalanını okumanıza gerek yok. 

Brave (Cesur) bu teoride yer alan ilk ve son film. Film Orta Çağ zamanlarında İskoç Krallığında geçmekte. Ayrıca Pixar filmlerinde hayvanların neden insan gibi davranmaya başladığını açıklayan tek film.

 
Filmde Merida, tüm problemlerine son verecek bir "sihir" buluyor ama bu sihir onun annesini bir ayıya dönüştürüyor. Filmde görüyoruz ki bu büyü yaşlı bir kadın tarafından yapılıyor. Bu kadının dükkanında, sadece hayvanların değil, diğer bütün eşyaların da insanlar gibi hareket edebildiğini görüyoruz. Film devam ettikçe bu yaşlı kadının, her kapı geçişinde, kaybolduğunu görüyoruz. Burada yazmayı kesiyorum ve size bu yaşlı kadını başka bir Pixar filminden tanıdığımızı söylüyorum :) Çok heyecanlı, ha?

Yüzyıllar sonra, Brave zamanında denenen büyüler (ki bazı insanları hayvana çevirdikten sonra tekrar insana döndüremediklerini gösterdi filmde) sonucu hayvana dönen insanlar hayvanlar arasında yeni bir popülesyon oluşturuyor. Bu sırada teknoloji de gelişiyor. Ve bundan sonra gelen filmler, insan, hayvan ve makineler arasında geçen olayları anlatıyor. 

Sıra ile Ratatouille, Finding Nemo, ve Up ile devam edelim. Daha garip şeyler bekliyor bizi.

Ratatouille filminde hayvanların inanlar gibi davranışlar sergileme başladıklarını görüyoruz. Hepsinin değil ama bazılarının ki bu da bizi Brave filminde büyü sonucu hayvana dönen insanlara götürüyor. Filmde Remy yemek yapmak istiyor. Kısa sürede bir grup insanla birleşip kendini gösteriyor ve baş düşmanı Şef Skinner sonradan kayboluyor. Sizce nereye gidiyor? Hayvanların insanlar gibi hareket ettiğini ve bazı noktalarda onlarda daha iyi şeyler yapabileceği bilgisiyle ne yapıyor?


Bu nokta bizi Up filmine getiriyor. Filmde Charles Muntz adında bir karakterle karşılaşıyoruz. Hayvanların insanlar gibi düşünebildiğini bilen ve köpeklerine onların düşüncelerini dile getirmelerine neden olan aletler yapan adam. Daha sonra Dug başta olmak üzere birçok köpek Charles'e karşı başkaldırı yapıyor ve bunun sonucunda hayvanlar ve insanlar arasında yavaş yavaş başlayan bir savaş oluyor. Çünkü insanlar, hayvanların daha çok güçlenmeye başladığını fark ediyor.


Bazıları Muntz'ın Ratatouille olayından önce Güney Amerika'da yaşadığını söylüyor. Ama bu onun tasmaları ne zaman ve nasıl yaptığını açık bir şekilde göstermiyor. Ayrıca biliyoruz ki Ratatouille, Up filminden önce gerçekleşti. Toy Story 3 filminde, Andy'nin duvarında bulunan bir kartpostalda Carl ve Ellie'nin isimlerini ve adreslerini görüyoruz. Buradan şu sonuca varıyoruz ki 2010 yılında, Toy Story 3 zamanlarında, Ellie daha hayattaydı ya da öleli çok uzun bir zaman olmamıştı. Bu da Up filminin yıllar sonra olduğunu gösteriyor. 


Up filmi, şehri genişletmek isteyen, büyütmek isteyen bir şirketin Carl'ın evini yıkmak istemesi ile başlıyor. Peki bu şirket kim? Buy-n-Large (BNL) Wall-E zamanlarında dünyadaki her şeyi yöneten şirket, HER ŞEYİ! Filmde "BNL'in Tarihi" isimli reklamda, BNL'in hükümeti bile ele geçirdiğini söyleniyordu. Ve bir ilginç nokta, Toy Story 3 filminde Buzz Işık yılını çalıştırmak için kullanılan piller BNL yapımı pillerdi.

 

Kayıp Balık Nemo filminde, bütün deniz canlıları küçük bir balığı insanların elinden kurtarmak için birleşiyor. BNL burada yine ortaya çıkıyor, başka bir haber makalesinde muhteşem deniz altı dünyasından bahsederek. 

İnsanlar ve hayvanlar arasındaki zıtlık artıyor.

Filmdeki Dory'i hatırlayın. Diğer balıklarıdan farklıydı, neden çünkü çok zeki değildi. Kısa süreli hafıza kaybı, onun diğer "zeki" deniz yaratıklarından farklı kılıyordu ve bu nokta hayvanların ne kadar çabuk evrim geçirdiğini gösteriyor. Kayıp Balık Nemo'da insanlar gibi hayvanların da okulları var ama belli bir düzen henüz oturmuş değil. Bir Böceğin Hayatı filminde bu noktaya geleceğim :)

Şunu da belirtmeliyim ki bazı kişiler Dory'nin diğerlerinden daha zeki olduğunu dile getiriyor, okuyabilmesi ve balinalar ile iletişim kurabilmesi.

Bu noktaya kadar hayvanlar kısmını işlemiş olduk, gelin bir de makineler kısmına bakalım. Burada ilk film İnanılmaz Aile. Filmin ana düşmanı Buddy olarak düşünülse de aslında onun bir gücü yok. Tamamen teknoloji ile ürettiği bir makine zamanla insanlara karşı gelmeye başlıyor ve şehri yıkmaya çalışıyor. Peki neden? Başta hayvanların insanları neden sevmediğini anladık, çünkü insanlar çevreye zarar veriyor ve doğayı mahvediyor, peki ya robotlar, onların insanlar ile alıp veremediği ne?

Bu kısmı atlıyorum, eğer isterseniz başka bir yazıda anlatırım :)

Ama kısaca, makineler, insanları kullanarak kendilerini geliştirmek istiyor ve bu kirliliğe yol açıyor. kirliliği kim istemiyordu, hayvanlar! Sonuç olarak makineler ve hayvanlar arası bir zıtlık başlıyor. Bu zıtlık sonunda sizce kazanan taraf kim oluyor?


Geriye hiçbir hayvan kalmıyor. Makineler dünyayı ele geçirince de insanların gitme vakti geliyor. Geri kalanlar ise son kurtara planı, Axiom (Wall-E) koyularak uzaya gidiyor. Axiom'da insanların tek amacı, makineler tarafından isteklerinin karşılanması. Makineler insanları kendilerine bağımlı yapıyor, çünkü zamanında insanlar oyuncaklara bunu yapmıştı. 


Arabalar 2 filminde, makinelerin Avrupa ve Japonya'ya gittiğini görüyoruz. Yani dünyayı tamamen ele geçiriyorlar. Ancak onların çalışabilmesi için insanlar gerekli. Wall-E'de BNL'in insanları, dünyanın kirliliğini düzelttikten sonra geri getirme amacı güttüğünü biliyoruz ama bunu başaramıyor. Sonuç olarak dünya üzerindeki bütün makineler yok oluyor. Arabalar 2'de bir enerji krizi olduğunu biliyoruz. 

Tekrar bu noktayı atlayarak geçiyorum, eğer merak ederseniz başka bir yazıda anlatırım (Allinol ve BNL bağlantısını)

Bir Böceğin Hikayesi filmine geldiğimizde, burada Ratatouille, Up ya da Kayıp Balık Nemo'daki bir toplum görmüyoruz. Burada hayvanlar insanlar gibi gelişmiş, kendi yolları, mağazaları, barları, eğlence merkezleri olan bir toplum haline gelmiş. Daha çok gelişmişler. Ve Arabalar dışındaki insan barındırmayan tek film bu. Hatta filmin bir sahnesinde, uzağa gitmemesini söylüyor, çünkü yılanlar, kuşlar ya da diğer büyük böcekler olabilir diyor, insanlardan bahsetmiyor bile.

Daha sonra ne oluyor, inan, gelişen hayvan ve makinelerden sonra canavarlar ortaya çıkıyor. Çok çok çok uzak gelecekte olan bir canavar soyu. Canavarlar nereden çıktı? 1400 yıllık süre içinde dünyada olan mutasyonlar sonucu böceklerin gelişmesi sonucu mu çıktılar yoksa sıfırdan kendi ırkları mı? Her ne olursa olsun Canavarlar da insanlar gibi bir topluk oluşturdular, okulları, üniversiteleri, şehirleri her şeyi var. 

Bu noktada akla şu geliyor. İnsanlar dünya üzerinden silinen bir ırk. Wall-E'de makineler bir süre sonra insanlara ihtiyaç duyduklarını unutuyor ve onları yok ediyor ya da insanlar o yaşam şartlarında daha fazla yaşayamıyor ve yok oluyor. Bunun sonucunda bir enerji krizi başlıyor. Canavarlarda da bunu görüyoruz. Bunun sonucunda canavarlar, çok çok çok uzak gelecek teknolojisi ile kapılar kullanarak zamanda yolculuk yapmaya başlıyorlar. Zamanda geri gidiyorlar ve insanların çığlıklarından enerji topluyorlar. Onlara küçüklükte bu yana insanlar dünyasında HİÇBİR ŞEYE DOKUNMAMALARI ÖĞRETİLİYOR. Neden? Filmde bunu mikrop olarak anlatsa da, aslında kelebek etkisinden kaçmak için. Zamanda küçücük bir şeyin yerini değiştirsen bu bir çok kötü şeye yol açabilir gelecekte! Mind = blown! :)


Yukarıdaki fotoğraf Bir Böceğin Hayatı ile Sevimli Canavarlar filminin kesişim noktası. Aynı görüntü değil mi? Soldaki Bir Böceğin Hayatında geçen bir kare. Eskimiş, tek edilmiş, çöle dönmüş bir yer. Sağdaki ise Canavarlar filminde Randall kapıdan insanlar tarafına geçtiğinde görünen bir kare. Yani İnsanlar daha dünyada yaşarken! Elektrik var, hatta etrafta ağaçlar ve otlar da var.

Canavarlar filmi Pixar filmleri arasındaki en uzak geleceği anlatan film. 

ŞİMDİ!
GELELİM BOO'ya
Canavarlar filmindeki tatlı küçük kızımız. 
O her şeyi gördü. Konuşan kedileri, canavarlar, HER ŞEYİ!
Ancak Canavarlar filminde görüyoruz ki hiçbir insan Canavarlar tarafına geçip hayatını devam ettiremez. Haliyle Boo tekrar kendi dünyasına dönüyor. Ama bir düşünün, hangi çocuk bu kadar şeyi gördükten sonra hayatına normal yaşamaya devam eder ki? Ben etmem! Boo da etmedi, canavarları bulmak onda o kadar obsesif bir hal aldı ki sihir kullanmaya başladı ve kendisi tahtadan kapılar icat etti. Çünkü kapılar Canavarlarla iletişim kurulacak şeylerdi. Ve Boo kim oldu dersiniz?


CADI! Brave filmindeki CADI! Şimdi inanmayanlarınız için kanıtlarımız geliyor efendim.
  • Brave'deki cadı tahtalara kafayı takmıştı. Tahta kapılara.
  • Brave'de hatırlarsanız, Merida kapıyı tekrar açtığında Cadıyı birkaç dakika önce gördüğü yerde hiçbir şey yoktu. Eskimiş, harabe bir yer vardı. Yani kapı cadıyı başka bir zamana ışınladı. Canavarlardaki gibi!

Bana bunlar yeterli nedenler ama yetmez diyenler için Brave filminde cadının dükkanındaki bir tahtada bulunan çizime bakalım.


JETON? AYDINLANMA? MIND = BLOWN! :)
Buradan şu sonuca varıyoruz, Brave filmindeki cadı, Canavarlar filmindeki sevimli Boo. Hayatını Sully'ı bulmaya adadı ve bütün Pixar filmleri boyunca kapıyı kullanarak zamanda yolculuk yaptı. Bu Bir Böceğin Hayatındaki Flik ve Heimlich'in Oyuncak Hikayesi 2 filminde görünmesini açıklıyor ki iki film arasında yüzyıllar var. O iki böcek yanlışlıkla Boo'nun kapısından geçiyor Boo ile birlikte ve başka zamana gidiyorlar. 

Peki Boo hiç Sully'i buldu mu? Bilmiyoruz, belki ileride çıkacak olan Pixar filmleri bunu anlamamıza yardımcı olur.

PIXAR SANA AŞIĞIM! :)

Bu arada eğer buraya kadar okuduysanız lütfen yorum yapın ya da bu gönderiyi paylaşın.
Emeğe saygı :)

29 Mayıs 2014 Perşembe

26 Mayıs hayatımın en güzel günlerinden biriydi.

26 Mayıs'da hayatımın en güzel günlerinden birini yaşadım. Eğer kendinize idol olarak gördüğünüz birisi yoksa ya da gerçekten sevdiğiniz bir sanatçı bence bu cümleden sonrasını okumayın, çünkü anlatmak istediklerimi anlayacağınızı tahmin etmiyorum.

Justin Timberlake konseri vardı, bilmeyenleriniz için. Altı ay önce aldığım biletimin üzerinde yazan tarih sonunda gelmişti ve ben dün sırf konser için matematik finalime girmedim ve dersten kaldım şu an. Pişman mıyım, ASLA! Sabah saat onda İTÜ’ye gittim İlayda ile, biletimi diamond circle almıştım ve erkenden gidip en önde olmak istiyordum. Saatlerce bekledik sırada, üç ayrı giriş kapısından alımlar oldu ve biz görevlilerle, sıradakilerle arkadaş olduk artık. Aslında ilk gittiğimizde sıra belli değildi ve ben neredeyse bütün görevlilere nereden gireceğimizi sordum, en sonunda adamın birisi "Sen bugünkü soru hakkını tamamladın artık" diye yakarışta bulundu. Sonra sıranın çoktan oluştuğunu ve yaklaşık yüz kişinin belki daha fazla sıraya girdiğini söyledi. Oysa ilk gelenler bizlerdik! Hiç umurumda olmadan onların hepsinin önüne geçtim ve bekledim. Kimse de bir şey demedi asdfg.

Diamond girişini ebesinin nikahına yapmışlar resmen. İlayda sahneyi rahat görmek için topuklu giymişti ve bildiğiniz yüz metre engelli koşusu gibi herkes sahaya saldırmaya başladı. Uzun bacaklı ben önden koştum ama İlayda yetişemedi, onu bekleyelim derken insanlar bizi geçti, sahaya vardığımızda sahnenin önünden on altı sıra gerideydik. Moralim bozulmuştu ama İlayda sen bana bırak dedi. Yaklaşık bir saat sonra, JT sahneye çıkmadan önce, sahnenin dört sıra önüne kadar ilerledik. Hayır 190 boyum var, hiç mi kimse fark etmedi o kadar öne geçtiğimi aralardan. İlayda biraz öne gidiyor sonra beni çekiyor, ben biraz gidiyorum sonra onu çekip diğerlerini arkaya itiyoruz. JT’den önce bir DJ çıktı sahneye, adamın çaldığı şarkıları çevremizde bulunanlar arasında bir ben bir İlayda biliyoruz ve bağıra bağıra söylüyoruz, yanımızda yazın düğünden yeni gelmiş gibi bir çift vardı, çevremizin yaş ortalaması otuz gibiydi. Saatlerce bekleyişin ardından saat dokuzda "Caaaastiiiiin geeet on dı sıteeeeeyc" diye bağırdım yanımdakilerin garip bakışları ile. JT geri sayımı başladı ve sahneye çıktı.

Yıllarca sadece sesini duyduğunuz ve ekrandan gördüğünüz kişinin, etten kemikten karşınızda olduğunu hayal edin! Ve sizden sadece beş altı adım uzakta olduğunu! Gerçek değildi sanki, sanki hala ekrandan izliyor gibiydim. Bir süre idrak edemedikten sonra pusher love girl ile başladı. Ben nasıl eşlik ettiğimi hatırlamıyorum, bildiğiniz her şarkıyı ben yazmışım gibi, susmadan söyledim. Her şarkı bitiminde üzülüyordum sona yaklaşıyoruz diye ama o anı yaşamak, ağağa!

VE ASIL BOMBA, JT what goes around comes around söylerken ellerin havada daire çizilmesini sever, bunu bilen de üç beş kişi vardı diamonda, yani ilk nakaratta yapan benimle birlikte üç beş kişi sonra herkes gördükten sonra yapmaya başladı. Ama o ilk yapışta, boyum 190, kolu kaldır oldu mu sana 250 ve JT sen bunu gör, İlayda o sırada kamera ile çekiyordu ve bizi işaret edip söylemeye başladı! Şu an banim ergen gibi hareket ettiğimi söyleyebilirsiniz ama İŞARET ETTİ VE SÖYLEDİ! Sonra ne olduğunu göremedim ama bir şeyi attı seyircilere, dört çaprazımdaki aldı. Ama sanırım o fark ediş bana yetti ki pek sorun etmedim. Boy 190, sahne önü beşinci sıra, her şarkıda dikkat çektim bağıra bağıra söyleyerek. Mükemmeldi! Tek kelime ile mükemmel. İlayda tam bir Rihanna manyağıdır, ona da Madonna’ya da diamond gitti hep ama konser bittiğinde söylediği şey 267865 konsere gittim ama JT kadar mükemmelini görmedim dedi, sahne şovu, insanları coşturması falan.

Konser bitti, bildiğin boşluğa düştüm. Altı aydır, bileti düşünmezsen yıllardır beklediğim şey iki buçuk saatte bitmişti. İlayda ile oturduk orada, herkes çıktı, en son güvenlik gelip bizi kaldırdı, yoksa çıkmama taraftarıydım. Hayatımın geri kalanını orada JT dinleyerek geçirebilirdim. Kısaca gerçekten güzeldi. Ve şunu kafaya koydum Türkiye’ye bir daha gelmese bile, yurt dışında başka konserlerine mutlaka gideceğim. MUTLAKA!




12 Nisan 2014 Cumartesi

Bugün Birisinin Gülümsemesine Neden Olun

"Eğer başkalarının mutlu olmasını önemsiyorsanız şefkate odaklanın; eğer siz mutlu olmak istiyorsanız yine şefkate odaklanın." — Dalai Lama
 Elimizdeki telefonlar yolda karşılaşıp birbirimiz ile konuşmamızı engeller oldu. O küçük ekrana odaklanıp nerede olduğumu bile fark edemiyoruz bazı zamanlar. Oturma odamıza bundan yıllar önce sağlam bir şekilde dikilen televizyon bizi odanın içinde bulunan diğerleri ile konuşmaktan alıkoyuyor. Bu yeniliklere açık olmadığımdan değil, aksine teknolojinin gelişmesi taraftarıyım ama insanların onu kullanırken, kendi içine kapanmasını önlemek gerekiyor bir noktadan sonra. Hayatı kendi çevremizde yaşamaktan çıkıp, etrafımızdakilerin farkına varıp, sadece kendimize yardım etmekle yetinmemeliyiz. Çevremizdekilere de yardım etmeliyiz. Diğerlerine yardım etmek zahmetli ve zor olabilir ama avantajları bundan daha fazla.

  • Kendini daha iyi hissettiriyor başkasına yardım etmek.
  • Sana bir anlığına da olsa başkasının hayatını yaşamak nasıl olur gösteriyor.
  • Dünyayı daha yaşanır bir yer haline getiriyor.
  • Başkaları ile empati kurmanı sağlıyor.
  • Hayata bakış açını değiştiriyor ve yardım ettiğin kişinin de değiştiriyor.
  • Ve eğer şefkat, empati, anlayış aktarılırsa, çoğalır.

O yüzden, beş dakikanızı ayırın bugün birisine yardım etmek için. Küçük bir şey, kocaman bir güzelliğe dönüşebilir çünkü.

Gülümseyin. Bazen küçücük bir gülümseme bile diğerlerinin kalbine dokunabilir ve günü biraz daha güzelleştirebilir. Belki gülümsediğiniz kişi de başkasına aktarır o gülümsemeyi.
Gönüllü olun. Bir huzur evine, yaşlı insanlara kitap okumaya gidin, bir hayvan barınağına  gidin ve yardım edin. Size ihtiyacı olan binlerce insan var dışarıda. Onlara yardım etmek için hareket edin. Kullanmadığınız şeyleri bağışlayın. Kıyafetlerinizi, kitaplarınızı. Hiçbir şey yapmasanız bile, bir arkadaşınız ile sevdiğiniz bir şarkıyı paylaşın. Bu bile o kişiyi mutlu etmeye yetecektir.
Durun ve yardım edin. Sokakta, bir yaşlı teyzenin ellerinde poşetler ile karşıya geçmek istediğini gördüğünüzde gidin ve yardım edin. Bir markette, küçük bir çocuğun üst rafta uzanmaya çalıştığı şeyi alın ve ona verin küçük bir gülümseme ile. Gördüğünüz birisine yardım isteyip istemediğini sormaktan çekinmeyin. Belki de o yardım istemekten çekiniyordur.
Öğretin. Bildiğiniz bir konu hakkında diğerlerine yardım edin. Bu küçük kardeşinize bisiklet sürmeyi öğretmek olabilir mesela.
Mesaj atın. Sevdiğiniz bir insana onu sevdiğinizi söyleyen bir mesaj atın. Belki o gün günü kötü geçiyordur ve sizden gelen o küçük mesaj gününün daha iyi geçmesine yardımcı olur.
Sabırlı olun. Bazen sizin için kolay olan şeyler başkaları için zor olabilir. Onlara empati kurarak nasıl hissedebileceğini anlayın ve sabırlı olun.

Bazen küçücük şeyler kocaman değişiklikler yaratabilir kimilerinin hayatında. Birisine "bugün çok güzel görünüyorsun" demek o kişiyi tahmin edemeyeceğiniz kadar mutlu edebilir. Ya da bir konu hakkında zorlandığını gördüğünüz birisine "Yardım edebilirim istersen" diye sormanız sizden hiçbir şey götürmek. Aksine insanların size bakış açısını değiştirir, sadece size değil hayata bakış açılarını değiştirir ve dünyayı daha yaşanır bir yer haline getirir. Tamam, bu konuda fazla optimist olmayalım ama hiçbir şey yapmaktan yine iyidir.

Bu arada, gülümseyince çok güzel oluyorsun :)

Umarım Zaman Ayırırsınız ve Okursunuz Çünkü Dışarıda Yardım Bekleyen Binlerce İnsan Var.

11 Nisan 2014 Cuma

Telefonunuzda Bulunması İsteyebileceğiniz Birkaç Uygulama

Bu gönderide telefonda en sık kullandığım uygulamalar hakkında bilgiler vereceğim. Artık "akıllı telefonlar" hayatımızın büyük bir parçası haline geldi. Sokağa çıktığımızda, etrafımıza baktığımızda gördüğümüz manzara, ellerinde bulunan küçük ekrana gözlerini dikmiş ve çevresindeki gerçekliği fark edemeyen insanlar oldu. Bunu bir genelleme olarak söylemiyorum ya da çok kötü bir şeymiş gibi, çünkü hayatımızı daha güzel ve pratik hale getiren şeyler de var o ekranda. Sadece, bazı zamanlar, o küçük "tanrı"yı bir kenara bırakıp gökyüzüne bakmak gerekiyor ya da karşında bulunan insana. Neyse, konuyu telefon zararları ve yararlarından alıp, kullandığım uygulamaları anlatmaya geçiyorum. Hepimizin her gün kullandığı Facebook, Twitter, Instagram, Tumblr gibi uygulamaları geçiyor ve daha farklı uygulamaları anlatıyorum.

Spotify: Son zamanlarda en sık kullandığım uygulamalardan birisi. Fazlasıyla bağımlı oldum kendisine. Müzik dinlemeyi seviyorsanız ve yeni müzikler keşfetmeyi istiyorsanız mutlaka ve mutlaka telefonunuzda bulunması gereken bir uygulama. Daha önceleri sadece bilgisayar uygulaması vardı ama artık telefonlarınızda da istediğiniz yere götürebiliyorsunuz. Ücretsiz üyelik yapabiliyorsunuz ancak, müzik dinlerken her iki ya da üç şarkıda bir reklam çıkıyor. Belki daha fazla, pek bir bilgim yok, ayrıca bazı avantajlardan yararlanamıyorsunuz. Ancak ayda 9.99 TL (10 değil dikkat edelim) ödeyerek premium üyelik alabiliyorsunuz. Sonunda, reklam yok, çevrimdışı dinleme özelliği, istediğin zaman tek tek parçaları ve tüm albümleri çalma, yüksek kaliteli aktarma özelliklerine sahip oluyorsun. Ayrıca mesaj da atabiliyorsun arkadaşlarına, mesajlar aldığın ve gönderdiğin parçaları gösterir ve müzik gönderdiğinde mesaj yazmana izin verir. Ayrıca kendi playlist'inizi oluşturabilir ve diğerleri ile paylaşabilirsiniz.
Benim kullanıcı adım: mehhmetcatal

Springpad: Sıklıkla kullandığım bir diğer uygulama springpad. Benim gibi, yapmayı planladıklarınızı, yaptıklarınızı, aklına gelen notları ayrı gruplar altında toplamayı sevenlerdenseniz tam sizlik bir uygulama. Tabi unutkanlar için de :) Arayüzü fazlasıyla sevimli, özellikle bookmark'lar için kullanışlı bir uygulama. Yukarıda anlattığım Spotify gibi premium üyelik de istememekte. İzlemek istediğiniz filmleri mi bir yerde toplamak istiyorsunuz, hemen bir başlık açın bu uygulamada ve oraya ekleyin, üstelik listenizdeki arkadaşlarınızı da açtığınız bu başlığa ekleyerek onlarında size film önermelerine izin verin. Okuduğunuz kitapları mı bir yerde toplamak istiyorsunuz, hemen bir başlık açın be okuduğunuz kitapları ekleyin. Üstelik filmler, kitaplar, videolar için internet bağlantısı ile yorumlarına, puanına bakabilir ve listenize kolayca ekleyebilirsiniz. Bir noktadan sonra en sevdiğiniz uygulamalardan birisi haline gelecek. Başta biraz karışık geliyor ama zaman geçtikçe alışıyorsunuz.
Benim kullanıcı adım: mehhmetcatal


Pinterest: En sık kullandığım uygulamalar arasında Pinterest geliyor. Pek fazla yaygın olmayan uygulama, bence bu durumunu hak etmiyor. "we♥it" uygulamasına benzeyen ama ondan ayrı olarak beğendiğin fotoğrafları farklı kategoriler altında toplayabildiğiniz bir uygulama. Telefonda uygulama olarak kullanma dışında bilgisayar üzerinden de rahatlıkla siteye girip, hesabını yönetebiliyorsunuz. 
Benim kullanıcı adım: ornitorenkcik

VSCO cam: Çektiğiniz fotoğraflara birbirinden güzel efektleri uygulayan en iyi uygulama. Telefonunuza rahatça indirebileceğiniz uygulama size birkaç efekti veriyor sadece, geri kalan efektleri almak için ödeme yapmanız gerekiyor ancak verdiğiniz her kuruşa değecek güzel efektler bulunduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ayrıca çektiğiniz fotoğrafları orada toplayabilir ve kendi albümünüzü oluşturabilirsiniz. 



Şu son günlerde en sık kullandığım uygulamalar bunlar. Peki ya siz, telefonunuzda, sizin en sevdiğiniz uygulama ve en sık kullandığınız uygulama hangisi?

25 Mart 2014 Salı

Kendinize Yapmaktan Vazgeçmeniz Gereken 7 Şey

Sanırım bu şekilde farklı konularda da yazarak devam edeceğim bu blogta ama aldığım yorumlara göre isteniyor bunlar. O yüzden benim için sorun yok :) Siz istiyorsanız ben yazarım.

Hayatta diğer insanlardan çok yakınıyoruz ya da genel olarak hayatın bize "adaletsiz" davranmasından. Ancak bize en çok zarar verin şeyin aslında kendimiz olduğunu unutuyoruz. Bu yazıda kendinize karşı yapmamanız gereken şeyleri yazacağım. Eminim bunları yaptıkça, kendinize en güzel hediyeyi vermiş olacaksınız. Mutluluk.

1. Yanlış kişiler ile arkadaşlık kurmaktan vazgeçin!
Bunu yaptığınızda hayatınızda birçok şeyin iyi yönde ilerlediğine şahit olacaksınız. Hayat yanlış kişilerle vakit geçirmek için fazlasıyla kısa. Eğer birisi sizi hayatında istiyorsa, size bir yer açacaktır. Sizin onun yanında olmak için savaşmanıza gerek yok. Çevrenizdekileri değerlendirin. Hareketlerinden, konuşmalarından, size davranışlarından kimin gerçek, kimin sahte olduğunu kolayca anlayacaksınız ve anladığınız an daha fazla zamanınızı kaybetmeyin.

2.Korkularınızdan ve problemlerinizden kaçmayın!
Günümüz insanının en çok yaptığı şey bu. Problemlerden ve korkulardan kaçmak ve teknoloji buna büyük bir yardımda bulunuyor. Eğer bir sonunuz varsa onun üzerinde düşünün ve çözmek için elinizden geleni yapın. Bunu başarabilirsiniz, çünkü insan bunu yapabilme yeteneğine sahip bir yaratık. Ve kendinize yalan söylemekten vazgeçin. Probleminiz olmadığınızı söylemeyin bir sıkıntınız varsa. Eğer istersek her şeyi yapabiliriz. Bunu hiçbir zaman unutmayın! Hayatımız biz seçim yaptıkça gelişir, ilerler ama üstesinden gelemeyeceğimizi düşündüğümüz şeyler için çalışmazsak olduğumuz yerde sayarız. 

3. Kendinizi ikinci plana koymayın!
Elbette diğer insanlara yardım edin ama bazı noktalarda sizin de özel birisi olduğunuzu hatırlayın. Mesaj olarak en çok aldığım sorunlardan birisi "ben onunla ilişkim için çok uğraştım ama bir şey değişmedi, ne istediyse yaptım" bu sağlıklı bir davranış değil. Burada, karşıdaki ne da değerli ise siz de en az o kadar değerlisiniz. Bu yüzden kendinizi ikinci plana koymayın!

4. Başkası gibi olmaya çalışmayın!
Siz kendi özelliklerinizle sizsiniz. Asla başkası gibi olmaya çalışmayın. Size siz olduğunuz için kötü davrananlar varsa onların sizin hayatınızda olmasına gerek yok demektir. Çıkartın ve bir saniye bile düşünmeyin onları çıkardığınız için. Kendi düşüncelerinizle, kendi vücut ölçülerinizle, kendi seçimlerinizle bir bireysiniz. Her zaman birsi sizden daha güzel olacak, daha zayıf, daha akıllı ama unutmayın bu sizsiniz ve böyle olmaya devam ettikçe gerçek kişiliğinizi seven kişilerle karşılaşacaksınız hayatınızda ve geçmişi bırakın gitsin. Kitapta bir önceki bölümü tekrar ve tekrar okudukça yeni bölüme geçemezsiniz, bunu unutmayın.

5. Hata yapmaktan korkmayın!
Hepimiz insanız. Hepimizin hatalar yaparız. Önemli olan yaptığımız hatalardan ders almamız. Ayrıca bir şeye başlayıp hata yapmak, hiçbir zaman başlamamaktan daha iyidir her zaman. Geçmişte yaptıklarınızı hatırlayıp kendinize kızmayın. Hayatta bu zamana kadar yaşadığınız her şey sizi bu ana taşıyan şeyler ve sizi bugün siz yapan şeyler. Hayatta hiçbir şeye hazır olmadığınızı düşünmeyin. Hiç kimse %100 hazır değildir bir şey için. Eğer bir fırsat geçerse elinize ona sıkıca tutun ve elinizden geleni yapın. Hata da yapsanız bir şeyler yapın.

6. Kendinizi başkasına açıklamakla zaman kaybetmeyin!
Çünkü dünyada MUTLAKA birileri olacaktır size karşı olan, her ne kadar siz mükemmel bir insan olsanız bile. Düşünsenize kimilerinin inandığı ve onların görüşüne göre her zaman doğru olan Tanrı'ya bile karşı olanlar varken, bu çok da büyük görülmemeli. Siz kalbinizin size söylediğini ve sizce doğru olan şeyi yapın. Tabi bu konuda yeni şeylere açık olmayın demiyorum. Her zaman öğrenmeye aşık olun ama kendiniz sorgulayın. Asla insanların size bir şeye inanmaya zorlamalarına ya da onların düşüncelerine sahip olmanızı istemelerine izin vermeyin.

7. Eğer hayatınızda kötü giden şeyler varsa iyi gibi görünmeyin!
Bu zayıflık değildir. Bu duygulardır. Hayatınızda bir şeyler ters gidiyorsa size yardım edecek kişiler bulun. Mutsuz değilmiş rolü yapmayın ve her şeyden endişe duymayın. Kötü günler geldiklerini gibi geçerler bir gün. Önemli olan kendinizi o durumdan nasıl çıkaracağınızın yollarını bulmak.

Umarım yararı dokunmuştur.
Eğer böyle düşünüyorsanız ve eklemek istediğiniz başka bir şey varsa yorum yapmaktan çekinmeyin :)

18 Mart 2014 Salı

Yabancı Dilinizi Geliştirmenin Yolları

Yaklaşık dört yıldır kullandığım ve on bine yakın takipçiye ulaşan diğer blogumda sıkça aldığım bir sorudan bahsetmek istiyorum bu yazıda, genel çizginin dışına çıkarak. Yeni film ve kitap değerlendirmesi bu hafta içinde gelecek.

Bulunduğum okuldan dolayı ingilizce (büyük i harfi ile alıp veremediğim var bu yüzden büyük yazmıyorum) hayatımın bir kısmını oluşturuyor. Takipçilerimden sıkça aldığım sorulardan birisi, "Yabancı dilimi nasıl geliştirebilirim?" Bu yazıda yabancı dilinizi geliştirebilecek küçük önerilerde bulunacağım. (Küçük bir not, bir yılı geçkin süre ingilizce özel ders verdim, eğer özel ders arayan varsa iletişim kısmından bana ulaşabilir) Geçen dönem ingilizce yanında Fransızca öğrenmeye de başladım ve yeni bir dil öğrendikçe kendinizi ifade etmenin farklı yollarını buluyorsunuz. Yani, bazı cümleler oluyor ki, Türkçe söylediğiniz zaman ingilizce söylediğinizde vermek istediğiniz anlamı veremiyorsunuz. Yeni bir dil öğrenmek farklı pencerelerden bakmanıza fazlasıyla yardımcı oluyor ve çevirisi olmayan kitaplara da ulaşma fırsatı yakalıyorsunuz. Daha fazla uzatmadan yabancı dilinizi geliştirmenin yollarına geçiyorum. 
1. Aktif bir okuyucu olmak. Okumak düşündüğünüzden hızlı bir ilerlemeye neden olacaktır. Çoğu insan yabancı dil öğrenmeye başladığında okumak ister, kitabı ya da herhangi bir metni eline alır. Bir paragraf okuduktan sonra birden çok bilmediği kelime ile karşılaşınca yapamayacağını düşünür ve bırakır. Tam da bu noktada elinizde bulunan yazıya daha da dikkat etmeniz gerekmektedir. Beyniniz yeni bir şey olduğunu kavramıştır. Yapmanız gereken, bir metni alın. Hiç durmadan, bilmediğiniz kelimelerin anlamına bakmadan metni bir kez okuyun, ya da bir kitap sayfasını. Ardından tekrar başa dönün bu sefer bilmediğin o kelimelerin anlamalarına bakarak okuyun. Ardından tekrar başa dönerek sayfayı üçüncü kez kelimelerin anlamına bakmadan ve durmadan okuyun. Son okuyuşunuzda bilmediğiniz kelimelerin birçoğunu hatırlamış olacaksınız. Buna her gün yarım saat ya da bir saat ayırsanız. Her gün bilmediğiniz on kelime çıksa, bir ayda yaklaşık üç yüz yeni kelime öğrenmiş olacaksınız. Değişimi siz de fark edeceksiniz. Ayrıca günlük yabancı gazeteleri okumak, genel grameri öğrenmenize de yardımcı olacaktır. Türkçe okuduğunuz ve sevdiğiniz bir kitabı bir de yabancı dilde okuyun. Bu sayede bilmediğiniz kelimeleri hatırladığınız. Bu arada bilmediğiniz bir kelime olursa onun Türkçesine bakmayın, kelimeyi sözlükte kendi dilinde bakın önce. Yine de anlamıyorsanız Türkçesine bakabilirsiniz.
2. Yabancı dilde müzik dinleyin ve film izleyin. Şarkılar özellikle aksanınızı düzeltmeye yardımcı olacaktır. Şarkıları dinlerken anlamaya ve sözlerine bakmadan ezberlemeye çalışın. Ya da izlediğiniz bir filmi, ingilizce altyazısını açarak izleyin. Yukarıda, okuma kısmında bahsettiğim gibi, belki ilk duymada anlamayacaksınız ama beyniniz bir kez bu bilgiyi aldığı zaman onu sürekli orada tutacaktır ve sürekli aynı şeyi duydukça bu bilgi daha önlere gelecektir. Tıpkı kendi öğrendiğimiz ana dilimiz gibi. hepimiz bebekken ilk başta belli başlı sesler çıkarmaya başladık, anca bu sırada çevremizdeki insanların konuşmalarını duyuyorduk, beynimiz bunu kaydediyordu. Ardından tek tük kelimeler söylemeye başladık. Sonra grameri bozuk cümleler kurulmaya başladı ve aradan geçen yıllar sonunda düzgün, akıcı ve hakim olduğumuz bir dile sahip olduk. Yabancı dil öğrenmek de bunun gibi. Tek farkı daha kısa zaman alıyor, çünkü beyniniz ana dilinizi öğrenirken nasıl işleyeceğini bir kez öğrendi. Bir diğer dilde bu işlem daha hızlı gerçekleşiyor. Bir de bu noktada asla yapamayacağınızı düşünmeyin. Kendinize olumsuz yanıt vermeyin. Sevdiğiniz filmleri ya da dizileri, altyazısız biçimde bir kez daha izleyin. Bunun yanında kendi sesinizi kaydedip bunu dinleyebilirsiniz, nerelerde hata yaptığınızı ve nerelerde durakladığınızı görebilirsiniz.
3. Yazın Ne olursa olsun. Günlük tutabilirsiniz, sevdiğiniz bir filmi anlatabilirsiniz. Sadece "I love apples" yazsanız bile bir köşeye yabancı dilde bir şeyler yazın. Bu sadece dile hakim olacak ve kendi üslubunuzu kazanacaksınız. Yukarıda bahsettiğim yabancı kitaplarda sevdiğiniz cümleleri bir not defterinde toplayabilirsiniz ya da izlediğiniz filmlerde ya da dizilerde, duyduklarınızı yazmaya çalışın. Hatta internet kullanmayı seviyorsanız sadece yabancı dilde yazdığınız bir blog açın. Dediğim gibi sadece "I love apples" yazsanız bile bir ilerleme kaydetmiş olursunuz. Gün gelir "Just because I love apples does not mean they love me back." yazarsınız ve geliştiğinizi görürsünüz :) (Hatta isterseniz iletişim bölümünde mail adresimi bulabilirsiniz ve bana mail gönderebilirsiniz. Bu sayede hatalarınız düzeltir ve size tekrar mail atabilirim)
4. Konuşun, konuşturun. Bir diğer önemli ve yazımda vereceğim son nokta konuşmak. Konuşmaktan asla korkmayın. Her ne kadar kötü bir aksana sahip olduğunuzu düşünseniz de, her ne kadar konuşamayacağınızı hissetseniz de durmayın. Eğer başkaları ile konuşmaktan çekiniyorsanız en yakın arkadaşınızda sizinle yabancı dilde konuşmasını isteyin. Yakın bir arkadaşım var, buluştuğumuz zaman ayrılana kadar yabancı dilde konuşma kararı alıyoruz her zaman ve konuşuyoruz. Gramer hatamız da olsa, bazen ne söyleyeceğimizi bilemesek de en azından denemiş oluyoruz. Bu sizi gerçekten geliştirir. Sizinle yabancı dilde konuşmak isteyen birisi yoksa geçin aynanın karşısına ve kendinizle konuşun. "Hey there, you look gorgeous today." öz güveninizi arttırın :) aynı anda dilinizi geliştirin. 
Bu söylediklerime uyarsanız çok kısa bir sürede öğrenmek istediğiniz yabancı dile hakim olacaksınız sizi temin ederim. Ben zaten bunları yapıyorum demeyin. Eğer iyi bir yabancı dile sahip değilseniz o zaman bunları düzgün yapmıyorsunuz demektir. Sadece biraz dikkat etmeniz ve kendinizi buna vermeniz gerekiyor. Ayrıca hiçbir zaman yapamayacağınızı düşünmeyin. Kendinize verdiğiniz olumsuz yorumlar sizi o yönde etkiler ve öğrenmenize engel olur. Ben bunu yapacağım diye başlarsanız, yaparsınız.

Umarım yardımı olmuştur. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere.
Yorumlarınızı bekliyorum. Sizce en güzel geliştirme yolu hangisi? Alt kısma yorum bırakabilirsiniz.





Yorumlar